Karabük’teki yangınlar doğayı, hafızamızı ve umudumuzu küle çevirdi. Şimdi birlik zamanı: Doğayı ve umudu birlikte yeniden yeşertme vakti.
Uzun yaz günleri boyunca güneş yalnızca toprağı değil, insanın içini de yakar. Hele ki o sıcaklık, bir anda gökyüzünü kaplayan dumanla birleştiğinde, sadece havayı değil, umutları da boğar.
Karabük’te peş peşe yaşanan orman yangınları, Türkiye'nin diğer yerlerinde olduğu gibi yalnızca ağaçları değil, bir kentin hafızasını ve geleceğini de küle çevirdi.
Orman dediğimiz şey; sadece bol oksijenli bir doğa harikası değil. O ağaçların gölgesinde büyüyen çocukların kahkahası var, sabah erkenden eşeğine binip veya traktörüne atlayıp ormana döküntü odunları toplamaya giden bir dedenin alın teri, yaz boyu tarlasında çalışan bir annenin yorgun ama umutlu bakışı var.
Karabük’te yanan sadece ağaç değil; bir yaşam biçimi, bir kültür, bir direncin hikâyesi…
Yangının bıraktığı iz, yalnızca siyaha boyanmış toprak değil. Köylülerin dillerine dolanan sessizlik, çocukların rüyalarına giren alevler, tarlaların kenarındaki yanmış otlar, doğanın bize sessizce fısıldadığı bir uyarıdır: "Bana sahip çıkmazsan, sana ait olan her şeyi de alırım."
Üstelik bu yangınların izleri sadece fiziksel kalmıyor. Her zamankinden daha uzun gecelerde, bacası tüten evlerimizin penceresinden gökyüzüne yükselen duman, ruhumuzda da kaygı tohumları ekiyor. Komşumuzun, arkadaşımızın gözlerinde gördüğümüz o silik umutsuzluk: “Ya sıra bize gelirse?” diye soruyor.
Çok değil, daha düne kadar bu bölgelerde yürüyüş yapan doğaseverler, endemik bitkiler üzerine tezler yazan akademisyenler, kamp ateşinin başında hayatı tartışan gençler vardı. Şimdi o patikaların çoğu yok. Yerlerini is kokusu almış. Kül olmuş umutların üzerinde yeniden yeşerecek bir dal arıyoruz. Ama bazen en çok aradığımız şey, içimizdeki o inanç oluyor.
Bu yazıyı yazarken aklıma yıllar önce bir köylünün söylediği şu cümle geldi:
"Orman yandığında biz de yanarız, evin duvarı değil; canın tavanı çöker."
Ne kadar da haklıydı…
Karabük’te yaşananlar tam da bu: Tavanı çöken bir hayatın, yeniden inşa edilmeye çalışılan duvarları.
Bu yangınlar tesadüf değil. İklim krizinin gölgesinde, bilinçsiz tarım uygulamaları, ihmaller, hatta kasıtlı sabotajlar doğaya düşman gibi davranıyor. Oysa doğa bizim düşmanımız değil, biz onun emaneti altındayız. Bu yangınlar bize yalnızca doğayı değil, birbirimize olan bağlılığımızı da hatırlatmalı.
Peki ya şimdi?
Şimdi ne yapmalı?
Birlik olmalı önce, Başkaya'nın da dile getirdiği gibi.
Karabük’ün köylerinde, beldelerinde, şehir merkezinde yaşayan herkes tek bir amaç için kenetlenmeli:
Doğayı iyileştirmek.
Her yanmış ağacın yerine bir umut dikilmeli.
İnsanlar bu konuda bilinçlendirilmeli, doğayla yeniden temas kurmaları sağlanmalı.
Ve yetkililer?
Onların görevi artık daha net: Denetim, eğitim ve sorumluluk…
Karabük, küllenen umutlarını yeniden yeşertebilir mi?
Bu sorunun cevabı ne yalnızca doğada ne yalnızca yetkililerde…
Cevap bizde.
Küllerinden doğmayı başaran nice hikâye yazdı bu topraklar.
Belki bir gün, yeniden yeşeren bir fidanın gölgesinde, çocukların kahkahaları yükselir.
Ve biz deriz ki: “Evet, yeniden başardık.”
Ve unutmayın ki Karabük, küllenen umutların yeniden yeşerdiği şehridir...