SUSAN ŞEHİR, KONUŞAN TAŞLAR

Taşlara kazınan yazıtlar, medeniyetlerin unutulmaz hikâyelerini bugüne taşıyor. Sessiz şehirler, insana ve hayata dair izleri gözler önüne seriyor.

Abone Ol

Bir şehir düşünün…

Tarihini kazmayla değil, şiirle anlatan. Taşların diliyle, yazıtların gölgesinde yaşayan…

Ne kılıçla ne de kanla hatırlanan; yalnızca duygularla, adanmışlıkla ve insana dair sözcüklerle var olan.

Bir şehir düşünün…

Tanrılarına sessizlikle dua eden. Bağırışla çağırışla, dumanla, dansla değil, kalbin derinliklerinden yükselen bir suskunlukla inancını dile getiren.

Ve o duaları, yalnızca gökyüzüne değil; taşların üzerine, ölümsüzlüğe kazıyan.

Bir şehir düşünün…

Bağlılıklarını, sevgilerini, acılarını ve hatta kaderlerini kayalara emanet eden.

Yitirdiklerinin ardından ağıtlarını mezar taşlarına işleyen; mutluluklarını, sadakatlerini ve umutlarını ise yazıtlarla gelecek yüzyıllara taşıyan, ulaştıran.

İşte Kimistene tam da böyle bir yerdi.

Sessizliğin içinde konuşan, taşların arasından bize seslenen; ne kadar unutulsa da, varlığını taşların üzerindeki her çizikle hatırlatan bir şehir…

Karabük’ün Eskipazar ilçesinde, Asar Tepe’nin zirvesine kurulmuş; Roma’nın taşrasından değil, tam kalbinden kopup gelen bir uygarlığın izlerini taşıyan bu antik kent, yalnızca mimarisiyle değil, yaşam biçimiyle de sıra dışıydı.

Kimistene, sadece taşlarla örülmüş tapınaklardan ibaret değildi.

O, farklı bir yaşam tarzıydı.

Kimdi Kimisteneliler?

Arkeolojik buluntular gösteriyor ki bu şehir, Amastris’ten, Halikarnassos’tan, hatta Roma’dan gelen göçmenler tarafından kurulmuş. Frig etkili seramikler, Bizans tipi kaplar, Dalmaçya’dan göç eden halkın izlerini taşıyan yazıtlar...

Hepsi bir araya geldiğinde şu netleşiyor:
Kimistene sadece gelip geçenlerin uğradığı bir “geçiş şehri” değil, tüm ihtişamıyla yükselmiş bir “medeniyet merkeziydi.

Dört tepenin üzerine kurulmuş şehrin tapınakları bile ihtişamlıydı. “Herkese açık” değil, “seçilmişlere ait” bir kutsallık taşırdı. Uğruna yola çıkılan, ulaşınca saygı duyulan, saygıyla selamlanan bir şehir…

Ve bu şehirde yazılan mezar taşları, bugünkü hayatlara bile ayna tutacak kadar içli, anlamlı ve insaniydi.

Taşlara Kazınmış Hayatlar

Deresemail köy girişindeki eski cami avlusunda bulunan bir mezar taşı, geçmişin duygularını bugünün diline çeviriyor:

Khryseros’du benim kocam,
Roma ise anavatanım; tüm yeryüzünün kraliçesi.
Themis derlerdi adıma;
Ve geride bıraktığım dört çocuğumdan oğlan babasıyla adaştı.
Üç kızdan biri Semele biri B’hia, üçüncüsü Kasia’ydı.
Bir hastalıktı ki, önemsiz mi önemsiz
Gönderdi beni öte dünyaya apansız.

Bu sadece bir kadın mezar yazısı değil.

Bu, bir toplumun aile yapısı, inancı, yas duygusu ve aidiyet bilinci hakkında onlarca sayfalık arkeolojik rapordan daha fazla şey anlatan bir belge.

Ve bu taşların yanında daha niceleri anlatıyor Kimistene’nin insanını...

İşte eşi tarafından Tiberia'ya yakılan ağıt:

Güzel eşim Tiberia’ya,
Yağmurun toprağı beslediği gibi
Sen de beni sabırla besledin.
Çocuklarımız seni tanrılardan çok severdi.
Şimdi rüyalarımda değil, yıldızların ardındasın.

Tüccar Aurelius Maron için yazılan mezar kitabesi, onun şehir halkı tarafından ne kadar sevildiğini açıkça gösteriyor:

Burada yatıyor Aurelius Maron.
Demir Dağları’nın ötesinden gelen tüccar.
Bu şehre mallarını değil, adını bıraktı.
Tanrıların huzurunda kefilim:
Dürüst yaşadı, sessizce göçtü.

Bu birkaç dize, bize Maron’un sıradan bir tüccardan öte, erdemiyle şehir halkının güvenini kazanmış bir insan olduğunu gösteriyor. Onu ölümsüz kılan şey, ticaretle geçen ömründen çok; ardında bıraktığı temiz bir ad ve gönüllerdeki saygınlığıdır.

Bir yazıt düşünün…
Asırlar öncesinden bugüne ulaşmış, ama hâlâ yüreğinize dokunacak kadar güçlü.

On beş yaşında solan bir çiçek: Küçük Thalia’nın mezar taşı...

Daha on beş yaşında, hayatın en güzel çağında ölüm onu alıp götürmüş.

Taşın üzerine ise şu satırlar işlenmiş:

On beş yaşında aldı onu ölüm,
Artemis’e adak olmuştu küçük Thalia.
Ne nişanı oldu ne kocası.
Ama şehrin en güzel çiçeğiydi.
Şimdi Demeter’in bahçesinde açıyor.

Bir annenin gözyaşı mı bu satırlar? Bir babanın çığlığı mı? Yoksa tüm şehrin duyduğu acı mı?

Kim bilir…

Ama bildiğimiz bir şey var: Küçük Thalia, yaşamı tattığı kadar değil, ardında bıraktığı iz kadar yaşamış.

Ve şimdi, inanışa göre, Demeter’in bahçesinde yeniden açıyor.

Aslında bu satırlar sadece bir kız çocuğunun hikâyesi değil. Aynı zamanda insanlığın en eski duygusunun, kaybın ve yasın ortak sesi.

Phronton’un oğlu, soydan gelen Rahip Khrestos, yaptırdığı sunağı kendi öz servetinden karşıladığını özellikle vurgular. Kurumun ya da halkın malına el uzatmadığını, günümüzün tabiriyle “helal parayla” bu eseri inşa ettirdiğini gururla kayda geçirir.

Uğurlu olsun!
Soydan gelme rahip olan ben Phronton oğlu ..KİAS,
(bu sunağı) Artemis Kratiane için eşim ve çocuklarım adına, kendi öz servetimden harcayarak adak olsun diye diktim.
— Khrestos yaptı —

Kouleis oğlu Aleksandros’un mezar taşına kazınan dizeler, insanoğlunun en büyük hakikatini fısıldar:

Ölüm

Mezar taşına kazınan bu kısa şiir, her canlının eninde sonunda ölüme teslim olacağını, yani can borcunu mutlaka ödeyeceğini anlatır. Tıpkı günümüzde cenaze araçlarının üzerinde yazan “Her canlı ölümü tadacaktır” ifadesi gibi.

Ey yolcu,
Kendi mezarımda bir tanrı gibi yatmakta olan bana dikkatle bak!
Başkalarının da sonudur bu:
Ve sessizce soluk alarak yaklaş,
yazıtta olanları dikkatle oku!
Ama iyi anla ki,
aşağıda adı yazılı benim kim olduğumu
ve nasıl ölüp de (can borcumu) ödedim, öğrenesin.

Ve bir başka yazıt var ki; sadece birkaç satırla sınırlı olsa da, aslında koca bir toplumun ruhunu, sosyal ilişkilerin samimiyetini, aile bağlarının kutsallığını ve insanın anıya verdiği değeri en içten haliyle gözler önüne seriyor. O satırlarda dostluk, akrabalık ve minnet öylesine sade ama öylesine güçlü bir şekilde dile getiriliyor ki, taşın soğuk yüzünde bile insan sıcaklığını hissediyorsunuz.

Halikarnassis kabilesinden Amastrisli
Ouirinus oğlu Khrestos,
bacanağı ve velinimeti
Gaius Vibius Epaphroditus’un ve onun eşi,
kendisinin ise baldızı,
henüz yaşayan ve aklıbaşında olan,
Akylos kızı Iulia Dia Venusta’nın
anılarına bu mezarı yaptırdı.

Tüm bunların yanı sıra, bir mezar taşı düşünün; yıllar boyunca köy camisinde “ezan taşı” olarak kullanılsın.

Emrodere (Endeiron) köyünde cami avlusunda yükselen bu taş sütun, köylüler tarafından uzun yıllar kutsal bir taş sanıldı. Oysa aslında yerel mermerden yapılmış bir mezar taşıydı; soylu bir adamın hatırasını bugüne taşıyan sessiz bir tanık. Üzerinde yazılı olan satırlar, yalnızca bir ölüm hikâyesi değil, bir ailenin babalarına duyduğu derin saygının da ifadesidir:

Ölü Kyrillos için;
soylu ve kibar eşi Kyrilla ile onların
sevgili çocukları Olympos ve aynı zamanda
Alekkas, kızları Kyrilla ve en küçükleri Aleksandros,
göçüp giden babalarına son bir kez saygılarını – dindarlıklarını –
gösterip, anısından ötürü ona yaraşır biçimde bu mezar taşını diktiler.

Kimistene’de ölüm, bireyin yalnızlığıyla değil, ailenin birlikteliği ve devamlılığıyla anlatılırdı. Her satırda, kaybın acısının yanında sevginin, sadakatin ve kuşaktan kuşağa aktarılan bağlılığın izleri vardır.

Peki sonra ne oldu?

Kimistene yok edilmedi.

Yakılmadı, yağmalanmadı, terk edilmedi…

O, bir gecede çöktü.

Arkeologlara göre M.S. 4. yüzyılda meydana gelen büyük bir deprem, bu görkemli kenti yerle bir etti. Ve halk, bir daha geri dönmedi. Her şey olduğu gibi kaldı.

Evler, tapınaklar, sarnıçlar…

Ziyaretçiler, tanrılar, tüccarlar…

Hepsi o gece sessizce tarihe karıştı.

Bugün definecilerin yağmaladığı her taş, sadece bir yapı parçası değil; belki bir annenin dua ettiği duvar, bir çocuğun oynadığı merdiven, bir gencin yazdığı aşk şiirinin yazıldığı sütundu.

Yok olan bir şehir değildi, susturulan bir medeniyetti aslında.

Kimistene’yi bu toprakların Efes’i yapacak olan şey sadece kazı değil; onun yaşam biçimini, sessiz çığlığını anlamak ve anlatmaktır.

Çünkü bu şehir “görkemliydik” demiyor.

İnançlıydık, insandık” diyor.

Tarihi altınla ölçmeyin.

Kimistene, altın değil anlam taşıyor.

Ve o anlam, şu an toprağın altında nefes alıyor.

Ama daha ne kadar?

Nereye kadar..?

Bugün hâlâ sesini duyabiliyorsak, hâlâ şansımız var demektir.

Duyun o sesi.

Sahip çıkın.

Dibine yapılmış yürüyüş parkurları gibi akla mantığa sığmayan projelerle talan edilmesine müsaade etmeyin.

Yarın Bulak Köyü’nde yapılması planlananlar gibi…

Çünkü Kimistene yalnızca eski, köhne bir şehir değil; bir medeniyetin ruhu, bir halkın kimliğidir.

Tıpkı Bulak Köyü gibi.

Tıpkı Bulak'ın sakinleri gibi...