Gurbet elde görmüştü O’nu.

Öylesine güzel, öylesine devasaydı.

Hiç göremeyeceği inancıyla sadece hayallerini süsleyebilmişti o güne kadar.

Ferhat’ın Şirin'e olan özlemi, Mecnun’un Leylası için dağları delmesi gibi.

Dokunmasının imkansız olduğunu biliyordu da “acaba görebilir miyim?” diye düşünmüştü hep.

Gece başını yastığa koyup yorgunluğun verdiği derin bir ‘ahh‘ ın ardından gözlerini kapadığında sadece O’nu hayal etmeye çalışırdı.

O, maviyle yeşil arasına sıkışıp kalmış, yağmurla ıslanmış küçücük dünyasında koskocaman; eşi, benzeri olmayan efsanesiydi.

Göreni hiç yoktu ama duyanları vardı.

Onlar anlatıyordu muhteşem güzelliğini, narinliğinde saklanmış gücünü.

İlkokulda okurken tarih dersinde öğretmeninden duyduğu Kibele’ydi sanki onun için.

Sabah ışıklarıyla başlayan işinde akşama kadar çivi, çakı, bıçak döverdi ama, aklında hep O vardı.

Özlemi vardı yüreğinin en ücra köşesinde.

Aşkıydı…

Ocakta dövdüğü kızgın demiri zaç yağına daldırdığında çıkan dumanın gırtlağı yakmasıyla verdiği acı ile üretmenin verdiği hazın arasında narin bir aşktı O.

Döverken demiri çekiciyle, terlemiş alnından kızgın demir üzerine düşüp buharlaşan emeğin ardında bıraktığı tuzdu O.
Azı lezzet, çoğu acı veren cinsinden…

Tava gelmiş demiri şekillendirirken tufallaşmasın diye yorulsa da, inadına ve hırsla kalkıp inen kollarının demir soğuduğunda hissettiği, bir kaç saniyelik de olsa dinlenebilmesinin verdiği rahatlama duygusuydu O.

Ateşle kurumuş, çekiç darbeleriyle nasırlaşmış, zaç yağı ile çatlamış ellerinde hissettiği acının mutluluk haline dönüşmüş zevkiydi O.

Çinkoya daldırdığı kızgın çivilerin çinko ile birleşmesinden açığa çıkan, hayranlık uyandıran rengarenk renk şöleninin muhteşem güzelliğiydi O.

Görmediği halde,
Göremeyeceği halde delicesine aşıktı O’na.

Öylesine kavuşmak istemişti…

Oysa şimdi tam da karşısında duruyordu tüm ihtişamıyla…

Hadi.
Hadi gel!
Buradayım işte.
Gel!
” diye çağırır gibi çıkardığı dumanlarla şekillendirdiği gerdan oynatmaları, kırıtmalarıyla duruyordu karşısında.

Ama O, gidemiyordu…

Sarılamıyordu.

Tren garındaki direğe sırtını yaslayıp çömelmiş vaziyette bu kadar erken kavuşmayı hayal edememenin ezikliğini yaşıyordu.

Korkmuştu.

Ben seni bu kadar büyük bilmiyordum” düşüncesiyle içinde oluşan korkuyu yaşıyordu.

Çaresizlik içinde destek olur ümidiyle yaslanıp çömeldiği direk bir kurtarıcı değildi ama, en azından kendini güvende hissetmesini sağlıyordu.

Sonra bir ara başını kaldırıp tekrar baktı hayalini kurduğu güzelliğe.

Ben sana aşığım” diye bağırıp ayağa fırladı çömeldiği yerden.

Bir gün…
Bir gün sana kavuşacağım ve içinde seninle sonsuza kadar yaşayacağım
” dedi iki inzibatın kolları arasında.

Çünkü, hiç tahmin etmemişti askerliğinin Karabük’e çıkacağını…

Taburuna giderken inzibatlar eşliğinde hep yüzü sağ tarafta, gözleri Onda;

Demir Çelik Fabrikalarındaydı.

★★★

Türkiye’de yaşayan herkesin aşkıydı Karabük Demir Çelik Fabrikaları.

Halen olduğu gibi kaç nesile aş, kaç nesile ekmek, kaç nesile toprak olmuştu…

Türkiye’nin değil dünyanın fabrikasıydı sanki.

Bugün gidin Karabük’teki tüm mezarlıklara şöyle bir bakın;
Türkiye’nin her bir yerinden, her bir köşesinden, hatta dışından bile bir çok insan göreceksiniz.

Çanakkale Şehitliği sanki; her coğrafyadan mezarlar…

Hepsi, Karabük Demir Çelik Fabrikaları aşkıyla yanıp kavrulup emeğini, bilgisini, ustalığını, yeteneğini verip nihayetinde toprağa düşmüş…

Karabük Demir Çelik fabrikaları bir aşk, yaşam kaynağı, gelecek oldu hep.

Bugün ise dünün dönüşümü KARDEMİR, atalarımızın yüreğinde yaşadığı aşklarından bize kalan miras.

Yadigar

★★★

Aşkıyla toprağa düşenlere Rahmet diliyoruz.

İyi ki vardınız ve iyi ki varsınız…

Editör: Haber Merkezi