Her şey doğal akışındaydı bir zamanlar.
Sabah, geceyi usulca sıyırır; güneş, toprağa bir anne eli gibi dokunurdu. Serinliğin içinden ormanlardan doğru yükselip süzülen buğular, yeni bir günün kokusunu taşırdı.
Horoz ötmesiyle değil, sabahın ilk ışıklarında yaprağın titremesiyle uyanırdı köyün sakinleri.
Gözlerini cennette açar gibi...
Horozu farklı öter, kuzusu ayrı melerdi ormanın gölgesinde.
Çünkü uyanmak bir telaş değil, bir eziyet, bir külfet değil şükrandı doğaya duyulan.
Bambaşkaydı güneşin henüz daha gizlendiği sabahın köründe köyde uyanmanın hazzı.
★★★
Köyün taş sokaklarının her köşesinden yükselen çocuk kahkahaları, kuş cıvıltılarına karışır; birbiri ardına gelen neşeli sesler, doğal buğdayın kara unuyla yoğrulmuş ekmek kokusuyla harmanlanırdı.
Köy meydanındaki çeşmeden akan su, sadece susuzluğu değil, yürekleri de serinletirdi.
Çeşme başında toplanan genç kızlar, saçlarına kır çiçeklerini takar, kahkahalarını atar, düşlerini göğe fısıldarlardı duyulacak korkusuyla "şist, sırrımı sakla" der gibi sessizce.
Bacalarından duman tüten eski toprak karışımı taş evler, “Biz buradayız” dercesine gökyüzüne seslenirdi.
Haykırırdı...
Tarlalar çocuklukların oyun alanıydı.
Buğday denizlerinin arasında koşan çocuklar, mısır yapraklarının arasına gizlenmiş hayalleri kovalardı.
Sabahın serinliğinde, sabanla toprağı delen eller, yalnızca ekin değil, umutları da ekerdi toprağa.
İlkbaharda yeşeren o umutlar, yazın terle pişer, sonbaharda sabırla biçilir, kışın sessizliğinde yoğrulurdu.
Toprak verirdi, köylü severdi.
Toprak susar, insan dinlerdi.
Ağaçlar konuşur, çocuklar anlardı.
Doğa bir öğretmendi, dersini sessizlikle anlatırdı. Anlatmakla kalmaz iliklerine kadar hissettirirdi.
Ve hayat hep iç içeydi; insanla, doğayla, emekle...
★★★
Her köyün bir okulu vardı; evleri gibiydi.
Minik sıralarda sıkış tıkış oturan çocuklar, öğretmenin tatlı sesiyle harfleri tanır; okumayı öğrenince ilk sevinci köy meydanında koşarak ailesine müjdelerdi.
Okul sadece bir eğitim yuvası değil, köyün kalbiydi.
O okulda yalnızca ders değil; hayat öğrenilirdi.
Sabırla tohumdan fidan yetiştirmeyi, fidanlardan ürün almayı.
Ekmeyi biçmeyi...
Paylaşmayı, beklemeyi, dinlemeyi;
Sabretmeyi...
İlk bakışı, ilk utancı, ilk gururu...
Ortak hayal, ortak gelecekti.
Birlikte kurulan hayallerin, birlikte büyütülen umutların yuvasıydı köy okulları.
Ama sonra…
Sonrasında taşımalı eğitim kararıyla değişti her şey.
Kâğıt üstünde mantıklıydı belki; merkezde daha büyük okullar, daha çok imkan, daha çok öğretmen…
Ama kimse, bu kararın bir köyün ruhuna ne yapacağını düşünmedi.
Önce öğretmen düştü yollara.
Giderken beraberinde köyün neşesini de alıp götürdü.
Götürürken yanında ardında bıraktığı yalnızca köyün taş okulu değil, sınıf tahtası hiç değildi; çocukların güveni, köyün sesi, neşesi, soğuğu kovalayan güneşle aydınlanan sabahların anlamıydı.
Ardından çocuklar da kitaplarıyla birlikte minibüs koltuklarına oturdu. Ama o koltuklara yalnızca çocukla defter sığmadı; bir köyün geleceği, bir toprağın dili, bir okulun kalbi, bir ormanın ağacı, o ağaçta yaşayan, o ağaçtan nemalanan yabanı da o küçük sırt çantalarına tıkıştırılıp uzaklaştı.
Okul binası yalnızlaştı.
İlk günler belki geri dönülür diye bekledi, ama sonra kapısı kilitlendi, camları kırıldı, sıraları küf tuttu.
Çatlamış duvarları zamanla döküldü.
Tahtaya yazılmış son cümle silinmeden kalmıştı belki de.
Silinmesi unutulmuş o tahtada belki “ilkbahar geldi” yazıyordu, belki “vatan sevgisi”...
Ama artık yazıları okuyacak gözler kalmadı.
Çocuk sesi yükselmeyen o binanın içi, mezar sessizliğinde kaldı.
Tebeşir sesi duyulmadı.
Ne öğretmenin yaramazlıklar karşısında yükselen sesi, ne konunun önemini vurgulayan kararlı tonu, ne de sınıfı dolduran çocukların sevinç çığlıkları...
Yankıları bile olmadı.
Çünkü sesin yankılanması için önce bir çocuk gerekir, oysa o çocuklar çoktan köyü terk etmişti.
Toprak yollarda adımlar kesildi.
Taş duvarlarına artık kimse yaslanmaz oldu. Saklambaç oynanmaz oldu.
Komşular selamlaşmadı, ocaklar sönmeye başladı.
Ve bir zamanlar ocağında ekmek pişen, bayramlarda etrafa keşkek kokusu salan köy fırını, soğudu.
Taşlaştı...
Köylülerin el birliğiyle yaptığı o fırın, şimdi çatlamış, bacası yosun tutmuş bir anıya dönüştü.
Eskiden bu fırında pişen ekmeğin buğusu tüm köyü sarardı.
Oysa şimdi kokusu bile anılarda kaldı.
Rüzgârla savruldu...
Kuyuları da sessizleşti.
Bir zamanlar su çekmek için kuyunun başında gülüşen kadınlar, yok şimdi.
Kovanın ucundaki zinciri artık insan eli değil, boşlukta yalpalayan rüzgâr çekiyor.
Kova, artık su değil; yokluğu, terk edilişi, sessizliği taşıyor yukarı.
★★★
Ve sonra…
Kalp atmayı unuttu.
Doğa kırıldı.
Orman sustu.
Küstü insana.
Köyün boşalması, yalnızca toprak yolların ıssızlaşması değil, ormanların da sahipsiz kalması demekti. İnsan dokunuşunu kaybeden ağaçlar, rüzgârın acımasız nefesiyle baş başa kaldı.
Eskiden sabahın erken saatlerinde, çocukların bastığı toprak patikalar vardı ormanda. O patikalar, şimdi yaprak çöpleriyle kaplanmış; kaybolmuş durumda.
Yaşlı meşe ağaçlarının dalları, budanamadı, korunamadı...
Kurudu.
Çam ağaçlarının kurumuş dalları toplanamadı.
Alev oldu.
İnsan eli...
O koruyucu kalkan yoktu artık.
Orman; kuru otların ve çalıların kontrolsüz yükselişiyle tehlikeye davetiye çıkardı.
Sonra bir kıvılcım...
Nereden geldiği bilinmez:
Terk edilmiş bir piknik ateşi, yıldırım düşmesi ya da bakım yapılmayan bir elektrik hattı...
Ama sonucu ortaktı ve kaçınılmazdı: Yangın.
Alevler önce yavaşça büyüdü.
Rüzgârla yayıldı.
Kuru örtü hemen tutuştu, kısa sürede gökyüzü kızıl bir örtüyle kaplandı.
Yangının uğultusu, köylerin geçmişine ağıt gibi iniltiyle yayıldı.
Duman öyle yoğundu ki, köydeki çatısı çökmüş okulu bile görünmez kıldı.
Alevler yalnızca ağaçları değil, o ağaçların gölgesinde büyüyen hatıraları, emekle örülmüş komşulukları, çocukluğun kahkahasını, taş fırında pişen ekmeğin kokusunu, yağmurla nemlenen toprağın şifasını yuttu.
Yanan her çalı, bir insan kokusunu, bir toprağın hafızasını da beraberinde götürdü.
Ve bütün bunlar, bir okulun kapanışıyla başladı.
Bir okul kapandı.
Bir köy sustu.
Ve orman yalnızlaştı...
Sonra bir kıvılcım geldi yalnızca köyün ağaçlarını değil, ormanlarını da yaktı.
Geçmişi, geleceği süpürüp gitti...